EYLULEKIM2025
Gülgün Pagy
Yurttaş Lucien
Yurttaş Lucien
Bu yazıda, Lucien Arkas’ın uluslarası taşımacılık sektöründe gösterdiği başarıları, sanat dünyasına katkıları, aldığı sayısız onur nişanı, koleksiyonerliği gibi basit bir medya taraması ile ulaşılabilecek yaşamı ve iş hayatı “üzerine” bilgilerdense, kanımca, değeri pek de bilinmeyen bazı yönleriyle sessiz ve yalnız duran Lucien Arkas “hakkında” olanı konu edeceğim.
Sorgulanmamış bir yaşamın, yaşam olarak değerlendirilmediği bilinir; varoluş sorununa yanıt aramak, anlam arayışı, kendimizle ilişkimizin giderek derinleşmesini de beraberinde getirir. Toplumla olan ilişkimizi büyük ölçüde belirleyen de işte bu kendimizle olan tutumumuzdur. Yaşadığı çevreye, topluma ve kültüre duyarlı olmak, sorumluluk üstlenmek sağlıklı bir “kendilik” ilişkisinin göstergelerindendir. Dolayısıyla, toplumlararasılık da bu çekirdek tutumdan bağımsız gelişmez.
İnsan kendiyle baş başa kaldığında bile, diyalog hâlinde olan bir tür. Kendi ile dürüst bir ilişkide hep bir söyleyen, bir de dinleyen vardır. Önceleri dinlemek istemeyen yanı temsil eden ego, kişinin kendiyle arasını düzeltmek isteği şiddetlendikçe, dinleyen yana dönüşür. Önceden bastırılan “hakiki” yan artık vicdan olarak devreye girer. Kadim bilgi, V-C-D kökünden gelen Vicdan sözcüğünün bulmak; ve bulunanın da Vücûd yani “Varlık” olduğuna işaret eder. Dışarıdaki dünya ile “kendi başkam” olarak mı yoksa “öteki” olarak mı ilişki kurulacağını işte bu “kendilik” ilişkisi belirler. Yalın bir anlatımla, beni evrensel olan mı, duygularım mı yoksa bu ikisinin üretken birliği mi belirleyecek?
Yaşamıma giren bir kişiyi, onunla olan özel ilişkimizden daha çok, kişinin içinde yaşadığı toplumla olan ilişkisi, katkıları, özeni üzerinden değerlendirmeye çalışmak, bana sağduyulu bir tutum olarak görünür. Eşimin ailesinin, yakın akrabası olan Lucien Arkas’la da böyle. İlişkimiz oldukça kısıtlı ve seyrek de olsa, ona bilhassa saygı duymama neden olan kimi özel ve öznel hususun yanı sıra, erdemli bir birey olarak içinde yaşadığı topluma olan katkılarını da minnetle takip ediyorum.
Hepimizin, temasta olduğumuz kişilerle ilgili haklı, haksız; yerli, yersiz yargıları vardır. Benim de Lucien Arkas ile ilgili hadsiz olma ihtimalini gözümün ta önünde tuttuğum lâkin, duyusal sezgimden daha çok ussal sezgimle vardığım bir yargım var: Sanırım, o yalnız bir adam.
Zengin olmak, ünlü olmak, hayran kitlesine sahip olmak gibi temelinde insan olmanın niteliği ile değil fakat niceliği ile ilgili olan kazanımlar, bir mıknatıs gibi kişinin çevresine maddi ya da manevi kazanç uman insanları çeker, hatta yığar. Yaşamın bu nicel getirisi ile mi yetinileceği yoksa nitelik olarak “insan” olmanın temel taşlarına mı yönelineceği şahsi bir tutumdur. Soyadımızın, paramızın, kimin yakını olduğumuzun ön planda olduğu bir temastan edindiğimiz geçici tatmin; bir çantaya binlerce dolar vererek edindiğimiz sahte mutluluk; niceliğin getirdiği sahte kalabalık… İşte pek çok ünlü, zengin, onların eşleri ve çocukları, bu kalabalıklar içinde, yaşamın anlamını asla sorgulamamış ya da sorgulamak zorunda kaldıkları ilişkilerden kaçmış olmanın verdiği bir hüsranla bilerek veya bilmeyerek yaşlanır durur…
Lucien bunlardan biri değil. Nereden mi biliyorum? Çünkü o, Tanrı vergisi olan yüksek zekâsı ile yetinmemiş, bunun verili olduğunu bildiği için, kullanmadığı takdirde asla gelişmeyecek olan akıl yetisine yönelmiştir. Hem söyleşiyi yapan kişinin hem de söyleşinin yayımlandığı derginin de gözünden kaçan çok önemli bir tespiti olmuştur bu adamın. Bu tespit, iki bin beş yüz yıllık düşünce tarihinde, Marks’ın, düşüncenin gelebileceği son doruk olarak tanımlanan Hegel ile tâcını giyen bir tespittir. Okuru, ağır felsefe ile boğmak istemem fakat Hegel’e göre edimsel olan idedir. Kısaca; insanlık tarihinde devinen akıldır ve bireyler onun selinde devinirler. Bugün yaşayan bir insan ve her insan, insanlık tarihinin tüm kazanımlarının taşıyıcısıdır ve fakat özsaygısı olduğu, insan olmanın potansiyelini hissettiği ölçüde uygulayıcısıdır da. Özetle: Aynı İnsan… Lütfen, Sevgili Lucien’in, Aktüel Arkeoloji dergisine verdiği söyleşide, üç beş cümlede sergilediği derinliğe bakar mısınız!:
“Sagalassos kentinde ilk insana ait izler MÖ 10 binlere kadar geri gider ama tarımla birlikte buraya Luviler yerleşir. Sonra Pisidyalılar, sonra Perslerin egemenliğine girer burası. Ardından Büyük İskender gelir ve Pers egemenliği biter. Sonrasında Roma İmparatorluğu’na bağlanır. Selçuklular da gelmiştir buraya. Osmanlı’yı da yaşamıştır kent. Şimdi de Türkler yaşıyor. Ama düşünsenize hepsi aynı adam.”
Bu tespit, salt boşaldıkça doldurulmak arzusuna esir bir mide, cüzdan; geçici heves ve arzular peşinde tüketilmek istenmeyen bir yaşam görüşüne sahip olmayı gerektirir. Soyutu kavrayan aklı.
O akıldır ki sınır kavramını kavrar. Sınır kavramı, Antik Yunan’dan beri tartışılan, anlamlandırılması oldukça zor bir kavramdır. Kuşkusuz sınır kavramı “iki şey arasına çekilen çizgi” değildir. Sınır, bir şeyi ne ise o yapar ve onu diğer şeylerden ayırır. Beden sınırlarımızı, duyu algılarımızla algılarız, fakat sosyo-kültürel olarak “kendilik” sınırlarımızın ne olduğunu, kendimizi gözlemleyerek kavramak bir insanın yapabileceği en zor işlerdendir. Yukarıda sözünü ettiğim zenginlik, içine doğduğumuz kimlik, ait olduğumuz din, konuştuğumuz dil bu sınırın yapıcılarındandır.
Bu topraklara 1700’lü yıllarda ayak basan bir Levanten ailesine giren ilk Türk’üm. Lucien, tanıştığımız ilk günden bu yana, ailede benimle salt Türkçe konuşan iki aile bireyinden biridir.
Şimdi, oldukça yüzeysel bir biçimde değineceğim konular hakkında, gerek akademik gerekse akademik olmayan yazılı kaynak mevcuttur. 1940’lara kadar, Türkiye’de doğmuş ve yetişmiş olmalarına rağmen Levanten kadınların çoğu Türkçe bilmezdi. Evlerinde çalışan yardımcıları ağırlıklı olarak Giritli idi. Daha sonraları Türklerin hizmetçi olarak çalışmaya başlamasıyla, Türkçe konuşma yaygınlaştı.
Kapitülasyonlarla ülkemize gelen, benim de gelin olarak girdiğim ailemin Türkiye’ye gelen ilk üyelerinin, o dönemin Fransız hükümeti ile yaptığı anlaşmada “bir yerli kadınla evlenmeme” şartı olduğu düşünülürse, gerek bireysel bilinçaltı gerekse kolektif bilinçdışı kodların devrede olduğu zorlukların olduğu tahmin edilebilir; bunlar aşılabilir türdendi ve aşıldı. İşte, hem varlıklarını ancak akılla kavrayabileceğimiz bu kodlar hem de Levantenlerin kendi aralarında da süregelen hiyerarşi aslında Batı’nın sınıfsal ayrımlarından beslenir. Farklı mezhepler ve diller çerçevesinde örgütlenen Levanten yaşamında, İngilizler dönemin “top dog” denilen en prestijli grubu idi. Onları Fransız Levantenler izlerdi. Örneğin ünlü Spor Kulübü’ne yalnızca la crème de la crème üye olabilirdi.
Bu konu uzar gider… Değinmek istediğim ana tema, yukarıda sözünü ettiğim sosyo-kültürel kendilik sınırının soyutluğunu, dolayısıyla üzerimizdeki gücünü reddetmenin duygusallık, kavramanınsa akla geçiş olduğudur; hani şu kendi başkam olarak mı yoksa öteki olarak mı ilişki kurduğum meselesi. Diğer adıyla: Kendiyle yüzleşme ve özeleştiri. Kolonyal kökenli bilinçdışı bir öne sürüm ile yaşayan bir Levanten, kendi kültüründen utandırılmış ve uzaklaştırılmış “eğitimli! beyaz!” Türk ile buluştuğunda, Türkiye’de yaşanılıyor, bu toprakların ekmeği yeniliyor olunsa da konuşulan dil, İngilizce ya da Fransızca gibi bir yabancı dil oluyor. Dilin, bir ulusun kalıcılığıyla bağlantısını ve neredeyse değerlerin tümünün dil üzerinden yıkıma uğratılabileceğini bilmemek cehalettir.
Bu bakımdan, Lucien Arkas, yerel ve evrenselin sentezini, hayrete şayan bir başarıyla sürdürmüştür. Anadilin korunması, kültürel kimliğin sürdürülebilmesi için şarttır, Levantenlerin dillerini, kimliklerini ve kültürlerini koruyabilmesi bu toprakların zenginliğindendir ve şarttır. Fakat bunun sınırını çizmek akıl yetisini gerektirir; yoksa, salt ucuz bir inatlaşma kalır elimizde. Benimle İngilizce ve Fransızca da konuşabilecekken, her daim Türkçe konuşmasından dolayı hoşuma giden bu öznel duygu, onun toplumla kurduğu ilişkide de bunun bir “yaşam felsefesi” biçiminde köklendirildiğini gösterdiği için bu yazıya konu ediyorum, yoksa kendime bir not olarak kalırdı. Bay Arkas, hem bir Fransız hem de bir Türk olarak yurttaş olmanın derin bilincine sahiptir. Türkçeye uygun olmadığı için, ARCAS olan soyadını ve şirketinin ismini ARKAS olarak yasal yollardan değiştirmiştir. Lucien Arkas, gerek şirketlerini yönetirken, gerekse kültürel katkıları ile şehrine, bölgesine, ülkesine hizmet ederken, bu toprakların insanını ötekileştirmemiştir.
Onu uzaktan da olsa, gönülden bir samimiyetle sevmeme neden olan unsur, işte bu Fransız mirasını, Batılı mirası, -o mirasın insan olmamdan kaynaklı benim de olduğunu derinden bildiğim ve sahiplendiğim o biricik mirası-, sessiz ve kararlı adımlarla üstlenmesidir. Bunu sadece varlıklı olduğu için yapmıyor. Sayıları ne yazık ki giderek azalan Levantenlerin, atalarından kalan, aydınlanmanın, aklın, insan onurunun birer nişânı olan kültürün mirasçılığı yalnızca bir adamın omuzlarındadır artık. Bu değerlendirmeyi yaparken, kapitalizmin olumsuz tarafına esir olmuş, para harcamanın ve geçici olanın peşinden koşan Türk ya da Levantenin artık bir ve aynı kümede olduğunu elem duyarak gözlemliyorum. Beni ve kendi başkamı belirleyecek olan, dolayısı ile iki yana da katkı sunarak onları geliştirecek olan sınır maalesef bu iki grubu ortak bir çemberde birleştirecek biçimde kalıcı olarak değişmiştir: tüketici grup.
“Yaşamım boyunca, kendime ve içinde yaşadığım topluma katkım nedir?” Lucien Arkas’a, bu soruya, kazanırken, güzelleştirdiğini; eylerken, düşündüğünü; sahip olurken, paylaştığını bilen onurlu bir insanın yanıtı nasip olacaktır elbette!